Middle March ve yazarı George Eliot'dan bahsetme zamanı;
Asıl adı Mary Ann Evans olan, yakınların Marian dedikleri George Eliot, 1819 ile 1880 yılları arasında yaşadı. Çiftçi kökenli babası çalışkanlığı ve dürüstlüğü sayesinde toplumdaki konumunu yükseltmişti. George Eliot’ın bir ablası, bir de kendinden üç yaş büyük, çok düşkün olduğu ağabeyi vardı. On altı yaşındayken annesi öldüğü, ablası da evlendiği için, genç kız evin bütün işlerine bakmak zorunda kaldı. Kültür açısından taşra yaşantısının cansızlığı; çevresinde onun düzeyinde, onun düşüncelerini paylaşabilecek hiçbir kimsenin bulunmayışı, büyük bir sıkıntıydı George Eliot için. Bir şeyler öğrenmek, bir şeyler yapmak istiyordu. Ama onu anlayabilecek, ona destek olabilecek hiç kimse yoktu. Çok daha sonraları açıkladığı gibi, bu yüzden de çaresiz bir mutsuzluk, korkunç bir umutsuzluk içindeydi. Hatta bazı yakın dostlarının söylediklerine bakılacak olursa, ömrü boyu süren baş ağrılarının asıl nedeni buydu.
George Eliot yirmi bir yaşındayken bir değişiklik oldu yaşamında: Babasıyla birlikte kırsal bölgeden uzaklaşıp Coventry kentine yerleştiler. Orada Bray ailesiyle dostluk kuran genç kız, bu aile sayesinde aydın bir çevreye girdi. Charles Bray, insan sever amaçlar güden, sosyalizme biraz eğilimi olduğu için işçi sınıfının yaşam koşullarını düzeltmek isteyen, hali vakti yerinde bir iş adamıydı.
George Eliot, Bray’in Robert Owen, Harriet Martineau, Amerikalı yazar Ralph Waldo Emerson gibi ünlü dostlarıyla tanışmak, konuşmak olanağını buldu. Emerson için, “he is the first man I have seen” (Ömrümde gördüğüm ilk insan) dedi.
Genç kız, Bray’lerle birlikte yolculuklara çıktı; Gal’i, Göller Bölgesi’ni,Londra’yı görerek ufkunu genişletti.
Babasının 1849’da ölümünden sonra da, eline geçen az miktarda paradan yararlanıp, gene Bray’lerle birlikte Avrupa’ya gitti; Fransa’yı İtalya’yı İsviçre’yi gezdi. Yolculuk arkadaşları geri dönerken, sekiz dokuz ay Cenevre’de kaldı.
Orada, bir yandan tembelliğinden yakınırken, bir yandan da deneysel fizik derslerini bile izledi. Mektuplarından birinde açıkladığı gibi, “beynimin iyice yumuşamasını engellemek için bir matematik dozu aldım her gün” (“I take a doze of mathematics every day to prevent my brain form becoming quite soft”).
Burada bir nokta koyup yazarın anılarına hemen Middle March'a geçelim. İlerdeki eserleriyle beraber yine bahsedeceğiz yazarımızdan.
Middle March da neler oluyor!
Felix Holt the Radical’dan beş yıl sonra, 1871 ile 1872 yılları arasında tefrika
edilen Middlemarch’ın ise George Eliot’ın en büyük romanı olduğu XX. yüzyılın
bütün eleştirmenlerince kabul edilir. Hattâ sadece George Eliot’ın en büyük
romanı değil, İngiltere’de yazılan en büyük romandır kimine göre. Middlemarch
üzerine önemli bir inceleme yayınlayan Barbara Hardy’ye bakılacak olursa, en
büyük İngiliz romanı hangisidir diye bir seçim yapılsa, tüm öteki romanlardan
fazla oy alır Middlemarch. Walter Allen, bu romanın hiçbir zayıf ya da kusurlu
yanı bulunmadığını, başından sonuna değin mükemmel olduğunu söyler.
Çağımızda neredeyse herkesin bu görüşü paylaşmasında, F.R. Leavis gibi etkisi
yadsınmaz bir eleştirmenin Middlemarch’ı öve öve göklere çıkarmasının büyük
bir rolü olmuştur kuşkusuz. Virginia Woolf, kitabı kusursuz bulmamakla
birlikte, övgüler korosuna katılarak, Middlemarch’dan The Common Reader’de
“görkemli bir kitap; bütün kusurlarına karşın, yetişkin okuyucular için yazılmış ender İngiliz romanlarından biri” (“the magnificient book which, with all its
imperfections, is one of the few English novels written for grown-up people”)
diye söz eder. Virginia Woolf’un bu romanın yetişkinler için yazıldığını
vurgulaması ayrıca anlamlıdır bize kalırsa. Çünkü Dickens’ın romanları ya da
Emily Brontë’nin Wuthering Heights’ından farklı olarak, Middlemarch’da yazarın
duygularından çok zekâsı ağır basar. Okuyucuları coşturup heyecanlandıran bir
kitap değil, serinkanlı düşündüren bir kitaptır Middlemarch.
George Eliot, Middlemarch’ı yayınladığı sırada, bu romanın ötekilerden çok
daha fazla beğenildiğini yazmıştı günlüğünde. Ama bunu yazarken kendi
kendini aldatmaktaydı bize kalırsa. Çünkü değil ilk çıktığı sırada, XX. yüzyılın
başlangıcında bile Middlemarch George Eliot’ın önemsiz yapıtlarından biri
sayılırdı. 1905’de herkes W.J. Dawson gibi düşünürdü: ''George Eliot’ın ancak ilk
dört romanı güzeldi; bu yazar zamanla yaratıcı gücünü yitirmiş, Middlemarch gibi
değersiz ve de can sıkıcı kitaplar yazmıştı. Virginia Woolf, Middlemarch’ı överken,
onun babası Sir Leslie Stephen 1902’de yayınladığı George Eliot üzerine ilk
önemli incelemede, bu kitabın kendi öz değerinden ötürü değil, yazarın
ününden ötürü okunduğunu; George Eliot’ın ilk romanlarının güzelliğinin bu
romanda hiç görülmediğini söyler. O sıralarda Henry James bile, George Eliot’a
hayranlık duymakla birlikte, Middlemarch’ı ayrıca beğenmez; kitabın ayrıntı
açısından bir hazine, ama bir bütün olarak sıradan olduğunu söyler.
George Eliot’ın yazdığı kitapların en uzunu olan bu romanın tam adının Middlemarch: A Study of Provincial Life (Middlemarch :Taşra Yaşantısı Üzerine Bir İnceleme) olması, ayrıca önemlidir bize kalırsa.
George Eliot’ın yazdığı kitapların en uzunu olan bu romanın tam adının Middlemarch: A Study of Provincial Life (Middlemarch :Taşra Yaşantısı Üzerine Bir İnceleme) olması, ayrıca önemlidir bize kalırsa.
Çünkü yazar burada, öteki
romanlarında olduğu gibi bir tek kişinin öyküsünü anlatmaz; Middlemarch adını
verdiği bir kasabayı ve orada oturan çeşitli kişileri ele alır. Bu insanların
yaşadıkları dönem, Felix Holt the Radical’da olduğu gibi romanın yazıldığı
tarihten elli yıl öncesi, yani 1830’lu yıllardır.
Ama Middlemarch henüz
sanayileşmediği için, Reform Tasarısı’nın kargaşasını ve toplumsal çatışmalarını
yaşamayan, dingin bir taşra kasabasıdır. George Eliot, bu kasabanın toplumsal
yapısını oluşturan her sınıftan insanın üstünde durur:
Sir James Chettam ve ailesi
gibi büyük toprak sahibi taşralı aristokratlar; Vincy’ler gibi yüksek orta sınıfın
temsilcileri; varlıklı Bulstrode gibi bankerler; Garth’lar gibi aşağı orta sınıftan
aileler; kimi zengin, kimi yoksulca beş ayrı din adamı; aralarından biri romanda
çok önemli bir rol oynayan altı hekim; çeşitli hukukçular; küçük toprak sahibi
çiftçiler vb.
George Eliot, yalnızca emekçilere yer vermemiştir bu geniş tabloda.
Yoksul halk adamları yakından tanımadığı bir sınıf olduğu için isabetli de
davranmıştır bir bakıma.
Middlemarch hem çok geniş kapsamlı, hem de çok ayrıntılı olduğundan,
sekanstan sekansa geçerek, kimi zaman zoom yapıp yüzleri yakından göstererek,
birkaç kamerayla birden çekilmiş bir filmi andırır neredeyse. Üstelik, bize
gösterilen bu insan kalabalığının sadece ön planda olanları değil, romanda
önemsiz roller oynayanları bile çok net bir biçimde canlanır gözümüzün
önünde.
Bir taşra toplumunu yakından görmekle kalmayız; Middlemarch bir
mikrokozm olduğu için, 1830’lu yıllarda tüm İngiltere’yi yakından görmüş gibi
oluruz böylece. George Eliot’ın asıl amacı sadece o dönem İngiltere’sinin bir
tablosunu çizmek değil, toplumla bireyler arasındaki ilişkileri gözler önüne
sererek, toplum yaşantısının bireylerin yaşamını nasıl etkilediğini; toplumla
bireylerin birbirlerinden ayrılması olanaksız bir bütün oluşturduklarını
göstermektir.
Bu amacını gerçekleştirmek için de bireylerin üstünde durduğu
kadar, o bireylerin içinde yaşadıkları ortamın da üstünde durur. Romanına kendi
uydurduğu Middlemarch adını vermesinin nedeni de budur zaten.
Middlemarch’da bir tek konu değil, dört ayrı konu işlenir: Bunlardan birincisi Dorothea Brooke’un öyküsü, ikincisi Dr. Tertius Lydgate’in öyküsü; üçüncüsü banker Bulstrode’un öyküsü; dördüncüsü de Mary Garth’ın öyküsüdür.
Middlemarch’da bir tek konu değil, dört ayrı konu işlenir: Bunlardan birincisi Dorothea Brooke’un öyküsü, ikincisi Dr. Tertius Lydgate’in öyküsü; üçüncüsü banker Bulstrode’un öyküsü; dördüncüsü de Mary Garth’ın öyküsüdür.
Romana
ilk başladığı sırada, George Eliot’un niyeti sadece Dr. Lydgate konusunu ele
almaktı; bu amaçla da tıp tarihi üzerine kitaplar okumaya başlamıştı. Ama daha
sonraları, Middlemarch’ın kapsamını genişletti ve bu arada Dorothea’nın öyküsü,
Dr. Lydgate’inkinden daha ağır basarak ön plana geçti. George Eliot’ın en büyük
başarısı, bu değişik konuları şaşılacak bir ustalıkla birbirine dokuyup, yadsınmaz
bir bütün oluşturmasıdır.
Roman tekniği açısından bir yenilik olan bu yöntemi,
daha sonraları başkaları da –örneğin Point Counter Point’de (Ses Sese Karşı)
Aldous Huxley de– denedi.
Middlemarch’da anlatılan dört konu arasında, okuyucuların ilgisini en çok Dorothea Brooke’un öyküsü çeker bize kalırsa.
Middlemarch’da anlatılan dört konu arasında, okuyucuların ilgisini en çok Dorothea Brooke’un öyküsü çeker bize kalırsa.
Dorothea, The Mile on the
Floss’daki Maggie ya da Romola gibi, yüce özlemler duyan bir genç kızdır.
George Eliot, XVI. yüzyılda kadınlar için manastırlar kuran St. Theresa’ya
benzetir onu. Ama Dorothea, bu ermiş kadın gibi dinsel bir amaç gütmez,
uygarlık ve bilim yoluyla insanların yücelmesini ister ancak. Çevresindeki
toplumsal eşitsizliklere ve adaletsizliklere aşırı duyarlıdır. Herkese yardım
etmeyi, servetinden yararlanarak, yoksulların daha güzel ve daha sağlıklı evlerde
oturmalarını sağlamayı düşünür. Bu iyilik yapmak isteği Dorothea’da öyle
yoğundur ki, Middlemarch ülkenin bazı sanayi bölgeleri gibi sefalet içinde
kıvranmadığına göre, kendisinin durumu düzeltmek için fazla çaba harcamak
zorunda kalmayışına üzülür neredeyse. Ama XIX. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de yaşayan bir kadın olarak, eli kolu bağlıdır. O sıralarda Middlemarch
gibi taşra kasabalarında egemen olan zihniyet, bir kadının sadece bu türde
girişimlerde bulunmasını değil, kafa açısından gelişme çabasını göstermesini bile
engeller. Dorothea, annesiyle babasını küçük yaşta yitirdiği için, onu ve kız
kardeşi Celia’yı büyüten amcası Bay Brooke, çok yumuşak huylu bir adam
olmakla birlikte, kadınların fazla eğitilmelerini, matematik öğrenmelerini ya da
Yunanca ve Latince eski metinleri okumalarını hiç doğru bulmaz. Ona bakılacak
olursa, kadınların beyinleri bu türden güç konuları kavrayabilecek nitelikte
değildir nasıl olsa.
Dorothea büyük özlemler içindedir. Yüce bildiği bir inanç ya da bir insan uğruna kendini kurban etmeye hazırdır.
Kendi benliğinden sıyrılarak,
başkalarına hizmet etmek, böylece kötü güçlere karşı savaşmak ister. Bu
isteğinde en küçük bir yapmacık payı da yoktur. Gelgelelim bu özlemleriyle
yaşadığı ortam arasındaki uyumsuzluk yüzünden Dorothea’nın yenilgiye
mahkûm olacağı daha romanın başlangıcında besbellidir.
Romanın son
paragrafında da George Eliot, Dorothea’nın hazin alınyazısının “kusurlu bir
toplumun koşullarına karşı savaşan genç ve soylu içgüdülerin bir sonucu” (“the
result of young and noble impulse struggling amidst the conditions of an
imperfect social state”) olduğunu söyler.
Dorothea, böyle bir toplumsal düzende bir kadın olarak tek başına hiçbir şey başaramayacağını bildiği için, kendisininkinden çok daha üstün bir kişiliği olan, kendisinden çok daha bilgili bir erkeğe yaşamını bağlarsa, yücelme özlemlerini
gerçekleştirebileceğini sanır. Bu yüzden de, onunla evlenmek isteyen
(reddedilince de kız kardeşi Celia’yı alan) Sir James Chettam’a hiç duraksamadan
sırt çevirir. Çünkü söylediği her sözü onaylayan bu varlıklı, genç ve yakışıklı
adamdan Dorothea’nın, yücelmesine yardım edecek, bilgisini arttırabilecek
herhangi bir şey öğrenmesinin yolu yoktur.
Dorothea, heyecanlı ve ateşli
mizacına karşın, kadın olarak şaşılacak bir bilinçsizlik içinde görünür. Aşkı da,
cinselliği de bütünüyle yadsımaktadır. XVII. yüzyılda yaşasaydı, John Milton gibi
bir adamla –ama tam bir özveride bulunabilmek için, o büyük ve çok bilgili şair
ancak kör olduktan sonra– evlenebileceğini düşünür. Kendisine bir koca değil,
bir hoca aramaktadır aslında:
“The really delightful marriage must be that where your husband was a sort of father and could teach you even Hebrew if you wished it.”
Kocanızın bir çeşit baba olduğu; canınız isterse size İbranice bile öğretebildiği bir evlilik, gerçekten nefis olmalıdır.
“The really delightful marriage must be that where your husband was a sort of father and could teach you even Hebrew if you wished it.”
Kocanızın bir çeşit baba olduğu; canınız isterse size İbranice bile öğretebildiği bir evlilik, gerçekten nefis olmalıdır.
Dorothea’nın korkunç yanılgısı, hem bir baba yerine geçebilecek, hem de ona canı isterse İbranice öğretebilecek çok yüce ruhlu ve çok bilgili kocanın Bay Casaubon olduğunu sanmaktır.
George Eliot’ın, Dorothea’nın kendine eş seçtiği
adama, 1559 ile 1614 yılları arasında yaşayan büyük Fransız bilgini Isaac
Casaubon’un soyadını vermesinde gizli bir alay vardır. Çünkü yaşlı başlı Bay
Casaubon, gerçek bilgin değil, bilgiçlik taslayan, fosilleşmiş bir ukaladan başka
bir şey değildir.
Kendini bildi bileli, “A key to all Mythologies” (Bütün
Mitolojilerin Bir Anahtarı) adında, sözde son derece önemli bir kitap üzerinde
çalışmaktadır. Aradan yıllar geçtikten sonra bu kitabın sadece önsözünü
yazabildiği halde, kendi kendini aldatmakta, büyük adam pozları takınmaktadır.
Dorothea kendine bir koca değil, bir hoca aradığı gibi; Casaubon da, sağlığı
bozuk olduğundan, kendine bir eş değil, hem bir hasta bakıcı, hem de bir
sekreter aramaktadır aslında. Artık kullanılmayan harflerle yazılmış eski
metinleri okuya okuya yorulan gözlerinin korunması gerektiğini bahane ederek;
üstelik çok ince beğenileri olduğundan, ayrıca uyumlu bulmadığı bir sesi
dinlemeye katlanamayacağını ileri sürerek, kendine kitap okuyacak birini ister.
Dorothea’ya evlilik önerdiği mektup bile öylesine resmi ve yapay, duyarlıktan
öylesine yoksundur ki, Dorthea’nın bu adamın ne olduğunu hemen anlaması,
onu dakikasında reddetmesi gerekirdi. Ama Casaubon kendini aldattığı gibi,
Dorothea da kendini aldatır. “Bundan böyle derin bir saygı duyabileceği bir aklın
aydınlığı içinde sürekli yaşamasına izin verildiğini” (“now she would be allowed
to live continually in the light of a mind that she could reverence”) sanır;
Casaubon’un çirkin yüzünde “yüce bir ruh” (“a great soul”) görür.
Dorothea, Casaubon’un metelik etmediğini çok geçmeden anladığı halde, onu sürekli tersleyen bu huysuz ihtiyara kendini tam bir özveriyle adar.
Dorothea, Casaubon’un metelik etmediğini çok geçmeden anladığı halde, onu sürekli tersleyen bu huysuz ihtiyara kendini tam bir özveriyle adar.
Casaubon’un
sağlık durumunu düzeltmek için elinden geleni yapar, ona kitap okur, onun
bütün isteklerini yerine getirir.
Dorothea iyi bir insan olduğundan, ilkin
duyduğu derin hayranlığın yerini merhamet almıştır artık. Çünkü Casaubon,
gerçekten acınılası bir insandır. Cross’un “yitirilen ideallerin tragedyası” (“a
tragedy of lost ideals”) diye tanımladığı Middlemarch’daki başlıca iki kişinin, yani
Dorothea ile Dr. Lydgate’in yüce özlemleri mahvolup gittiği gibi, Casaubon’un da
büyük bir bilgin olmak, bilim tarihine önemli bir yapıtla katkıda bulunmak
özlemleri mahvolup gider. Üstelik Casaubon, genç eşinin onu gizlice
yargıladığını, ona acıdığını sezmektedir. Bu yüzden de büsbütün olumsuz olur;
beden ve ruh açısından hasta, yakında ölmeye mahkûm bir adama dönüşür.
Casaubon’un Will Ladislaw adında genç bir akrabası vardır. Kocasının, bu
delikanlıya duyduğu ilgiyi kıskanabileceğini aklından bile geçirmeyen Dorothea,
Casaubon’un vasiyetnamesinde Ladislaw’ya bir miktar para bırakmasını ister.
Oysa Casaubon, bu genci kıskanmakta, hem de öyle fena kıskanmaktadır ki, ona
para bırakmak şöyle dursun, özel bir madde ekler vasiyetnamesine:
Eğer
ölümünden sonra dul eşi, Ladislaw ile evlenirse, mirasından yoksun kalacaktır.
Casaubon’un ölümünden sonra yürürlüğe gerecek bu yasağa karşın, Dorothea ile
Ladislaw evlenirler sonunda.
Ne var ki, bu evlilik, Middlemarch’ın okuyucularını tedirgin etmiştir öteden beri. Gerome Thale ve daha birçokları, Dorothea ile Ladislaw’nun birleşmesini, romanın tek ciddi kusuru sayarlar. Bunun nedeni de, Will Ladislaw’nun çok ilginç ve renkli olması gereken kişiliğini George Eliot’un inandırıcı bir biçimde canlandıramamasıdır. Ladislaw, Middlemarch kasabasının tamamiyle yabancısıdır. Onu, Dorthea gibi bir kadının sevebileceği bir genç olarak görebilmemiz için, Ladislaw, taşra yaşantısının katı kalıplarına uymayan, sanatı ve edebiyatı her şeyden fazla önemseyen, elinden geldiğince yaşamdan haz alan, erkek olarak çok çekici, bir özgürlük simgesi olmalıydı.
Ne var ki, bu evlilik, Middlemarch’ın okuyucularını tedirgin etmiştir öteden beri. Gerome Thale ve daha birçokları, Dorothea ile Ladislaw’nun birleşmesini, romanın tek ciddi kusuru sayarlar. Bunun nedeni de, Will Ladislaw’nun çok ilginç ve renkli olması gereken kişiliğini George Eliot’un inandırıcı bir biçimde canlandıramamasıdır. Ladislaw, Middlemarch kasabasının tamamiyle yabancısıdır. Onu, Dorthea gibi bir kadının sevebileceği bir genç olarak görebilmemiz için, Ladislaw, taşra yaşantısının katı kalıplarına uymayan, sanatı ve edebiyatı her şeyden fazla önemseyen, elinden geldiğince yaşamdan haz alan, erkek olarak çok çekici, bir özgürlük simgesi olmalıydı.
Ama ne yazık ki, George
Eliot, bunu istediği halde, böyle bir imaj yaratamadı. Bizim gördüğümüz Will
Ladislaw, bir hayli sığ ve anlamsız bir delikanlıdır. Boş vakitlerinde amatör
olarak resim yapar. Dorothea’nın amcası Bay Brooke, onunla ilk tanıştığında,
reform konusunda söylediklerinden ötürü onu bir çeşit Shelley’ye benzetir. Ama
Ladislaw’nun ressamlığı amatörce olduğu gibi, toplumsal ve siyasal alanda
reformculuğu da amatörcedir. Derken, gazetecilik yapar ve siyasete atılır.
Sonunda seçimde kazanıp Parlamento üyesi olduğunu öğrenince, Ladislaw’yu
ciddiye almak bir hayli güç olduğu için bu duruma biraz şaşarız.
Dorothea’nın,
birinci eşine kendini özveriyle adadığı gibi, ikinci eşine de aynı özveriyle hizmet
ettiğini; onun yazılarını temize çektiğini, ona her bakımdan destek olduğunu
öğreniriz bu arada. Ama birinci evliliği bir yanılgı olduğu gibi, ikinci evliliğinin
de bir yanılgı olduğunu düşünürüz gene de.
George Eliot’ın, Middlemarch’ı
yayımlayan John Balackwood’a 1873’te yazdığı bir mektuptan anlaşıldığı gibi,
sadece bizler değil, yazarın çağdaşları da olumsuz bir tepki içindeydiler
Ladislaw’ya karşı:
“When I was at Oxford in May, two ladies came up to me after dinner. One said ‘how could you let Dorothea Mary that Casaubon?’ the other said ‘oh I understand that, but why did you let her marry the other fellow whom I cannot bear?’”
Mayısta Oxford’dayken, yemekten sonra iki bayan yanıma geldi. Biri, “Dorothea’nın o Casaubon ile evlenmesine nasıl izin verdiniz?” dedi. Ötekisi, “Dorothea’nın bunu yapmasını anlıyorum ama, onun asıl öteki adamla –tahammül edemediğim öteki adamla– evlenmesine nasıl izin verdiniz?” dedi.
Ladislaw’nun kişiliğinin bizlere çekici gelmemesi bir yana, onunla Dorothea’nın ilişkisinin okuyuculara inandırıcı görünmemesinin başlıca nedeni, yazarın bu iki genç arasındaki aşktan pek söz etmemesidir. Dorothea’nın birinci kocasıyla cinselliği yaşamadığını, zaten yaşamaya niyeti de olmadığı besbellidir. Yazar, Victoria Çağı’nın bu konudaki yasaklarını fazla çiğnemeden, onun şimdi Will Ladislaw sayesinde kadınlığının bilincine vardığını, âşık olduğunu bize duyumsatabilirdi. O zaman akar sular durur; üstün bir kişiliği olan Dorothea’nın, kendisinin pek dengi sayılmayacak bu genç adamla neden evlendiğini anlardık.
“When I was at Oxford in May, two ladies came up to me after dinner. One said ‘how could you let Dorothea Mary that Casaubon?’ the other said ‘oh I understand that, but why did you let her marry the other fellow whom I cannot bear?’”
Mayısta Oxford’dayken, yemekten sonra iki bayan yanıma geldi. Biri, “Dorothea’nın o Casaubon ile evlenmesine nasıl izin verdiniz?” dedi. Ötekisi, “Dorothea’nın bunu yapmasını anlıyorum ama, onun asıl öteki adamla –tahammül edemediğim öteki adamla– evlenmesine nasıl izin verdiniz?” dedi.
Ladislaw’nun kişiliğinin bizlere çekici gelmemesi bir yana, onunla Dorothea’nın ilişkisinin okuyuculara inandırıcı görünmemesinin başlıca nedeni, yazarın bu iki genç arasındaki aşktan pek söz etmemesidir. Dorothea’nın birinci kocasıyla cinselliği yaşamadığını, zaten yaşamaya niyeti de olmadığı besbellidir. Yazar, Victoria Çağı’nın bu konudaki yasaklarını fazla çiğnemeden, onun şimdi Will Ladislaw sayesinde kadınlığının bilincine vardığını, âşık olduğunu bize duyumsatabilirdi. O zaman akar sular durur; üstün bir kişiliği olan Dorothea’nın, kendisinin pek dengi sayılmayacak bu genç adamla neden evlendiğini anlardık.
Middlemarch’da Dorothea’nın dengi sayılabilecek tek erkek, romanda ele alınan ikinci öykünün baş kişisi Dr. Lydgate’dir. Ama Dorothea, Lydgate’in dostu olduğu, hatta güç durumda kaldığı zaman ona para yardımında bulunduğu halde, ikisinin arasında hiçbir duygusal ilişki yoktur. Olmaması da çok yazıktır bize kalırsa. Çünkü Lydgate, sadece üstün kişiliği açısından değil, benimsediği büyük idealler açısından da Dorothea’ya tam anlamıyla uygun bir adamdır. Bu genç hekim, hem tıp alanında bilimsel araştırmalar yapmayı, hem de İngiltere’nin sağlık teşkilatında tam bir reform gerçekleştirmeyi amaçlar.
Eğitim gördüğü Paris’ten geri dönünce, rakip hekimlerin birbirlerine karşı çeşitli
entrikalar çevirdikleri Londra gibi büyük bir kente değil de, huzur içinde
çalışabileceği bir taşra kasabasına yerleşmeyi doğru bulur. Lydgate’in niyeti,
“Middlemarch için küçük iyi işler, bütün dünya için büyük iyi işler yapmaktır”
(“To do good small work for Middlemarch, and great good work for the world”).
Ne var ki, Dorothea, Casaubon gibi bir adamı kendine eş seçme yanılgısına
düştüğü gibi; Dr. Lydgate de, çoluk çocuk sorunlarıyla kösteklenmemek için
bekâr kalmaya, evlense bile çok geç evlenmeye karar verdiği halde, Rosamund
Vincy’yi kendine eş seçme yanılgısına düşer.
George Eliot’ın, cinsel açıdan
erkeklere çekici gelen güzel kızlara pek yakınlık duymadığına daha önce de
değinmiştik. Rosamund da bu türden, çok güzel, ama akılsız bir kızdır. Hiç de
kötü yürekli ya da ahlâksız olmamakla birlikte, Lydgate’in neler amaçladığını
anlaması, onun ideallerini paylaşması olası değildir. Rosamund’un tek isteği,
kocasının bir çeşit sosyete doktoru olması, çok para kazanması; onun başarıları
sayesinde de kendi toplumsal konumunun yükselmesidir.
Bencil ve şımarık
Rosamund, romanın ancak bir tek sahnesinde doğru dürüst davranır: Dr.
Lydgate, yeni bir hastane kurabilmek için varlıklı Bulstrode’dan para yardımı
almıştır. Ama bankerin geçmişte işlediği suç meydana çıkınca, bütün kasaba,
rüşvete karşılık kötü bir adamı korumakla suçlar doktoru. Ancak Dorothea,
Lydgate’in dürüstlüğüne inanır ve ona yardım etmek için Lydgate’lerin evine
gider. Orada, evleneceği Will Ladislaw’yu Rosamund ile başbaşa bulunca,
aralarında bir aşk ilişkisi olduğunu sanarak, büyük bir üzüntü duyar.
Ama
Rosamund, kendi gururunu ayaklar altına alıp, Dorothea’ya gerçek durumu
açıklar: Ladislaw’da gözü olduğu halde, delikanlıdan karşılık görmemiştir.
Ladislaw, başka bir kadını sevdiğini, Rosamund’a hiçbir zaman âşık olmayacağını
anlatmak için onu görmeye gelmiştir.
Ne var ki, Rosamund’un başka birine
dürüstlük göstermesinin tek örneğidir bu. Bundan hemen sonra da, eskiden
nasıl davranıyorsa yeniden öyle davranmaya devam eder.
Dr. Lydgate’in ideallerinin gerçekleşmemesinin tek nedeni, kötü bir evlilik yapması ya da Bulstrode ile ilişkisi değildir elbette. Onu kıskanan, kuyusunu kazmak için ellerinden geleni yapan meslektaşlarının çabaları bir yana, kendi kusurları da rol oynar bu yıkılışta. Yazarın belirttiği gibi, üstün aklına karşın, yer yer “spots of commonness” (bayağılık lekeleri) vardır kişiliğinde.
Dr. Lydgate’in ideallerinin gerçekleşmemesinin tek nedeni, kötü bir evlilik yapması ya da Bulstrode ile ilişkisi değildir elbette. Onu kıskanan, kuyusunu kazmak için ellerinden geleni yapan meslektaşlarının çabaları bir yana, kendi kusurları da rol oynar bu yıkılışta. Yazarın belirttiği gibi, üstün aklına karşın, yer yer “spots of commonness” (bayağılık lekeleri) vardır kişiliğinde.
Kadın ya da
mobilya seçerken yanılgıya düşebilir. Sıradan bir kadını ya da bayağı bir ev
eşyasını seçebilir kolayca. Bekârken, Dorthea gibi bir kadına değil de, boş saatlerini oyalayacak bir süs eşyası saydığı Rosamund’a ilgi duyar. Dorothea ile
ilk tanıştığı sırada, onun gibi akıllı kadınların fazlasıyla düşünüp her şeyi
tartışmak istediklerini; bu yüzden de bütün gün çalıştıktan sonra dinlenmek
isteyen erkekleri tedirgin ettiklerini söyler.
George Eiot’ın dediği gibi, “Lydgate
has a long and hard road to travel before he appreciates the value of such a
woman as Dorothea.” (Dorothea gibi bir kadının değerini anlayabilmeden önce,
Lydgate, uzun ve yorucu bir yolculuk yapmalıydı.) Bu uzun ve yorucu yolculuğu
yaparken, sorumluluğunu bilen iyi bir insan olduğu için, onu düş kırıklığına
uğratan karısını da ağır bir yük gibi taşımak zorundadır:
“He had chosen this fragile creature and had taken the burthen o her life upon his arms. He must walk now as he could, carrying that burthen pitifully.”
“He had chosen this fragile creature and had taken the burthen o her life upon his arms. He must walk now as he could, carrying that burthen pitifully.”
Bu çubuk kırılır yaratığı seçmiş; onun yaşamının yükünü kollarına almıştı. Bu yükü
merhametle taşıyarak, yürüyebildiği kadar yürümeliydi şimdi.
Eskiden pırıl pırıl olan bu genç hekimin, görünüşte başarılı, ama içinden
yıkılmış, tüm umutlarını yitirmiş bir insana dönüşmesini engellemenin yolu
yoktur.
Romanın sonunda, Lydgate difteriden ölünce, Rosamund’un kendine
hemen başka bir koca bulduğunu öğrenmemiz, Lydgate’in tragedyasına eklenen
alaycı bir dipnot gibidir.
Middlemarch’da ele alınan dört öykünün üçüncüsü, Bulstrade’un öyküsüdür.
Bulstrade, Dr. Lydgate’in eşi Rosamund’un eniştesi ve kasabanın hem en varlıklı,
hem de en dindar adamıdır. Kendini sürekli aldatarak, servetini kişisel yararı için
değil, salt Tanrı’nın ona verdiği görevleri yerine getirmek, Hıristiyan kardeşlerine
yardım etmek için kazandığına Tanrı’nın inayetiyle zenginleştiğine inanmak
ister. Middlemarch’lılar, ona hayrandırlar. Ne var ki, Bulstrode, vicdan azabı ve
korkular içinde yaşar. Çünkü geçmişi karanlıktır, serveti dolandırıcılık üzerine
kuruludur.
Günün birinde Raffles adlı şantajcı onu tehdit etmeye başlayınca,
Bulstrode, bu adamı öldürecek hale gelir. Onu kendi eliyle öldürmez ama,
Raffles’ın hayatını kurtarabilecekken onu ölüme terk etmekle bir cinayet işler
gene de. Ne var ki, bu cinayet, Bulstrode’un karanlık geçmişinin ortaya çıkmasını
engelleyemez. Eleştirmenlerin çoğu, Bulstrode’u dindarlık ve iyilikseverlik
taslayan ikiyüzlü bir adam olarak tanımlarken yanılmaktadırlar bize kalırsa.
Çünkü onun kişiliği, bu basit tanımlamaya uymayacak kadar karmaşıktır: Gerçi
Bulstrode, eşi dahil, sırlarını herkesten gizlediği için iki yüzlü davranmak
zorundadır. Ama onun Hıristiyanlığının da, çevresine yardım etmek istediğinin
de yadsınmaz bir içtenliği vardır. Onun öyküsüne trajik boyutlar veren büyük
günahı, her şeyi açıklayıp, bundan böyle dürüst bir insan olarak yaşayacağını
söylemek cesaretini gösterememesidir.
Bulstrode’un çelişkili kişiliğinde erdemli
eğilimlerin bulunması, onu da Middlemarch’daki ideallerini yitirenlerin arasına
sokar bir bakıma.
Middlemarch’da ele alınan dördüncü öykü, Caleb Garth’ın kızı Mary’nin öyküsüdür. İlk iki öykü kadar önem taşımamakla birlikte, huzurlu bir hava içinde geçen, trajik boyutlara varmayan tek öyküdür bu. Garth’ların da sıkıntıları olur, ama Middlemarch’daki öteki aileler gibi bunalımlı değildir onlar. Bunun nedeni de, Dorothea ya da Dr. Lydgate gibi, büyük idealler, yüce özlemler peşinden koşmamalarıdır. Görevlerini her zaman dürüstçe yerine getirmeyi, alınyazılarına bilgece katlanmayı, çevreleri ve kendi kendileriyle uyum içinde yaşamayı bilirler. Mary Garth, bir kâhyanın kızı olduğu için aşağı orta sınıftandır. Ona âşık olan Fred Vincy ise, Rosamund Lydgate’in kardeşidir ve yüksek orta sınıftan gelir. Ama idealist Dorothea’dan ya da haris Rosamund’dan farklı olarak, gerçeklerden hiçbir zaman kopmayan, ayakları her zaman yere sağlam basan Mary, onunla evlenmek isteyen gencin sınıfına geçmeyi, böylece toplumsal düzende bir kat daha yukarı tırmanmayı aklının ucundan geçirmez. Bunun tam tersini yaparak, Fred Vincy’ye sınıf değiştirtir. Böylece hali vakti yerinde bir aileden geldiği için kendi ekmek parasını kendi alnının teriyle kazanmanın ne olduğunu hiç bilmeyen, üniversite mezunu bu şımarık genç, Mary’nin babası Caleb Garth’ın yanında çalışmaya başlayarak adam olur. Üstelik, Middlemarch’da tek doğru dürüst evlilik, onunla Mary’nin evliliğidir.
Ve Mîna Urgan
Yazarımız İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesinden emekli olmuş yaşadığı sürece sadece türk edebiyatına değil dünya edebiyatına da katkıları olmuştur yaptığı akıl almaz güzellikteki çevirileri ile bir çok önemli yabancı yazarların eserlerini zevkle okuyabilmişizdir.
Thomas Malory, Henry Fielding, Balzac, Aldous Huxley, Graham Greene, William Golding, John Galsworthy ve Shakespeare’den çeviriler yaptı. Elizabeth Çağı Tiyatrosunda Soytarılar, Sir Thomas More ve Ütopya, Shakespeare üstüne iki ciltlik bir inceleme, Shakespeare ve Hamlet (1984) ile beş ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi (1986-93) yanında, Virginia Woolf (YKY, 1995) ve D.H. Lawrence (YKY, 1997) incelemeleri yayımlandı. Bir Dinozorun Anıları’ndan (1998) sonra yazdığı Bir Dinozorun Gezileri de Yapı Kredi Yayınları arasından çıktı (1999). Ülkemizde “İngiliz edebiyatının duayeni” olan Prof. Dr. Mîna Urgan, 15 Haziran 2000’de 85 yaşında İstanbul’da öldü.Yazarın diğer eserleri;




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder